“Milyonlarca kişi ruhlarında ve bedenlerinde açılan yarayla hayata tutunmaya, kendilerine yeni bir gelecek kurmaya çalışıyor. Hiç kolay değil, hiçbir zaman da olmayacak.”
Yıl 2011. O dönem dış haberler editörü olarak çalışıyordum. 2011’de Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında başlayan ayaklanmalara, halkların demokrasi, düşünce özgürlüğü ve insan hakları arayışlarına, “kardeş Beşar Esad”lı dönemden “katil Beşşer Esed”li döneme geçişe tanıklık ettim. Haber kaynaklarımızı artırmak ve bölgeden daha fazla bilgiye ulaşabilmek için Youtube, Twitter ve Facebook’u kullanıyorduk. Bir projede Arap Baharı’nda internet ve sosyal medyanın rolünü bile anlatmıştım.
Savaş bölgesinde görev yapmamış olsam da haberci olarak mesleğim gereği bir yurttaşın göremeyeceği kadar çok video izledim ve haber okudum. Savaş hattındaki muhabirlerimiz ve kameramanlarımızın çektikleri görüntülerden yayınlayamadıklarımız oldu. Yüzleri kanla kaplı cesetlerin, parçalanmış bedenlerin, sakat kalanların görüntülerini izlemek bir süre sonra olağan bir hale bürünüyor. Bunu söylemek acı da olsa, orada yaşanan şiddet ve insanlık dramının yerini rakamlar almaya başlıyor. Birkaç kilometre ötenizde her gün 15, 20 kişinin ölmesi zamanla “haber değeri” taşımamaya başlıyor. Böyle bir yaşanmışlığın içinden çıktığınızda hayat size olaylara farklı bir pencereden bakma imkanı tanıyor. Merhamet ve vicdan muhasebenizi bile bu deneyimlerinize göre yapıyorsunuz.
Geriye dönüp baktığımda, 5 yıllık geçen zamanda, içimi en çok sızlatan anlar evlerini terk etmeye zorlanan insanlar oldu. Yakın zamanda Türkiye’deki mültecilerin sayısı ile ilgili resmi rakamlar açıklandı mı bilmiyorum ama en az üç milyonu yeni bir hayat umuduyla aramızda. Hepsi yerlerinden edilmiş, köklerinden koparılmış. Çoğumuz başımıza böyle bir şey gelmediği için bunun nasıl bir duygu olabileceğini bilmiyoruz. Bu noktada empati kurmamızdaki eksiklik de belki bundan kaynaklanıyordur. Sizi siz yapan her şeyden, havasını teneffüs ederek, toprağına dokunarak büyüdüğünüz bir yerden zorla uzaklaştırılmış olmanın yarattığı travmayı tecrübe etmeden tahayyül edebilmek imkansız. Bu yüzden toplumsal olarak yoğun bir şiddet dalgası, büyük acılar ve fedakarlıklar içinde 2016’yı geride bırakırken etrafımızda olup bitenlere gözümüzü, kulağımızı kapatamayız, kapatmamalıyız da…
Bu gerçekliğin ortasında dolanırken foto-muhabiri Emin Özmen’in Beyoğlu’ndaki Fransız Kültür Merkezi’nde sergilenen fotoğraflarına rastladım. Zorla yerinden edilmiş Suriyeli mültecilerin hikayelerini ve yolda yaşadıklarına tanıklık etmiş, her birini belgelemiş. Her birinin geleceğe dair beklentileri, umutları, kaygıları, korkuları yüzlerinden okunuyor. Fotoğraflara bakarken de şunları hatırlıyorsunuz; hangi dinden, dilden, mezhepten olursak olalım neticede hepimiz doğuyoruz ve ölüyoruz. Bu aralıkta yaşadığımız mutluluğumuz, hüznümüz ve acımız ise aynı, sadece ifade şeklimiz farklı.